Karaköy'de bir sabah


Taksim, saç ekimini tamamlar tamamlamaz kendini sokağa atan salça kafalı Araplarla doluydu. Burası en son ne zaman bitmişti? Daha ne kadar süre bitebilirdi? En son ne zaman tiksinmeden şuradan geçmiştim? Üniversite 1 kadar uzak geliyordu bana. Sanki herşey artık çok uzaktı, eskiden olanlar sanki benim uydurduğum yaşanmamış olaylardı, değişim amımıza koymuştu. Şişhane durağında inerek, eziyeti az yaşamak niyetindeydim ama yine de beni pisliğiyle doldurmuştu. Galata'ya giden araya saptım. Kule, "naber abi, bildiğin gibi işte Japon, Arnavut gezdiriyoruz" diyordu, dimdik ve sıkılarak. Karaköy'e doğru seyirdim. Hipsterlar henüz uyanmadığı için, fakir turistler ve dükkanlarını yeni açmış dayılardan başka bir profile rastlanmıyordu.

Evden hızlı çıkmıştım ve şeklim yoktu. Kediler diyarı Mums'a oturdum. Çay ve aperatif birşeyler sipariş ettim. Downtempo deep house arası birşeyler çalıyordu. Soluklanmış, keyfim yerine gelmiş ve ısınmıştım. Kasım ayı, ince giyindiğin zamanları özleyip, Güneşe kandığın zamanlardı. Cırcıra yazdığın, bülbüle gittiğin hastalık zeminiydi. Garsonun bileğindeki dövmeyi çok sevmiştim ki, çayı masaya koyarken bileğini epey inceleme fırsatı yakaladım. Şu yeni on yılın bize kattığı yegane güzel şey, minimalist dövmeler diye düşündüm. Yegane şey.

Kruvasanı hiç kruvasan görmemiş gibi yedim. Ama yine de kesmedi. Şeklim yoktu belki ama ortamın ayısı gibi "1,5 kruvasan çeeek!" gibi atraksiyonlara girmeyecektim. Erkekler yataktan kalktığı gibi dışarı fırlarlar da, saçları y.r.k gibi olur ya aynı o kıvamdaydım ama bir yandan da saçlarımı tepede karıştırdım da çıktım samimiyeti kasıyordum. Casio saatim eskiye özlem, yeniye hodri meydandı.

İki kız biraz ilerideki masaya oturdu. Aslında bir kız oturdu, beynim diğerini görmüyordu. Dünden kalmamışlardı ama bugüne yeterli miydiler tartışılırdı. Görebildiğim kız, biraz Portishead melankolisi, biraz Muse enerjisi, biraz da Jamiroquai karambolüydü. Kızlar muhtemelen dün görüşmelerine rağmen, sanki biri Kazakistan'da diğeri Nijerya'da oturuyor da hiç görüşemiyorlarmış gibi uzun uzun birbirlerine birşeyler anlatıyorlardı. Buna hep şaşırırdım ama şimdi dikkat kesildiğim için daha güçlü kafamda yankılandı. Mekanın boşluğu, kızların neler konuştuğunu duyabilmeme imkan veriyordu ama umursamıyordum. Kızın ne giydiğini de umursamıyordum. Tek umursadığım kızın yüzündeki değişimler ve bunların doğallığıydı.

Epey bir konuşmadan sonra göremediğim kız tuvalete gitmek için izin istedi. Benim kız sakindi, masadaki fesleğende elini gezdirdi ve kokladı. Yüzünde ufak bir memnuniyet oluştu. İşte bu sadelik, bu doğallık beni ona tamamen çekmişti. Beynimde şimşekler çakmaya başladı, aldığım titreşim beni paralel evrene götürdü ve orada bıraktı. Binlerce analitik noktada kızın sadelik-toyluk, doğallık-şekilcilik, karakter-güzellik, eğlence-bayıklık, göz-nizam analizi başladı. Ama beynimi tokatlayıp bir "ne gerek var ulan?" çaktım. Hafif bir hareketle ayağa kalktım ve ona doğru yürüdüm. Ne diyeceğimi bilmiyordum ama birşey demezsem, çok boktan birşey olacağına karar vermiştim. Ona diyeceklerim bundan sonraki hayatımı tamamen değiştirecekti ama henüz bunu bilmiyordum...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nerede eski bonibonlar?

Montaigne "Denemeler" den alintilar

Minimalizm üzerine düşünceler