"peki"



Son 10 dakikadır "Lens solüsyonum yok!" diye diye evi arşınlıyordu. Ayaklarının beyazlığından kırmızı ojeler bağırıyor, bozulmuş göz kalemi minimalizm kokuyordu. Dünden kalma cips paketi gözüme takıldı ama üşengeç bir adam için fazla uzaktı. Oasis'in dediğine çok da uzak değildim: "...so i started a revolution from my bed". Yeniden ona baktım, ne zamandır bu kadar endişeli, bu kadar enerjisi düşük görünmüyordu. Dünkü neşesi gitmiş, yerini ekonomik krizde işletmesi iflas eden küçük esnaf tripleri almıştı. Lens bitti çorap başladı, çorap bitti rimel başladı. O an için insan enerjisini emip, mekanik enerjiye çeviren bir transformatördü. Hani aşk "yarım ağızla sabah öpücüğüydü, güneş ışıkları perdeden içeri penetre olurken kıps atmaktı"? Bir tumblr kızının 19 senelik yaşamında hayata dair herşeyi çözdüğüne çok emin olması kadar emindim ki, bu durum hoşuma gitmiyordu...

Keskin ve matah bir fikir bulmuş izlenimi vermek adına yataktan ani bir hareketle fırladım. Ağız suyum tişörtüme akmış ve kurumuştu, bolarmış pazar şortum 3 aylık son kullanım dönemine girmişti. Bir Einstein görünümünden çok uzak olsam da, ilgisini cezbetmiş olmalıyım ki "uff npıyosn bbyim yha" tadında bir soruyla sınandım. Bu soruya verilecek 132 farklı cevabı taramış gibi bir süre bekledim ve yapıştırdım: "ya bugün hadi değişik bişeyler yapalım, hm-m şeye gidelim, hayvanat bahçesine". Bir an için duraksadı ve insanlık tarihinin o görkemli medeniyetleri boyunca sırrına erişilememiş, Cern'de bilim insanlarının üzerinde çalışıp daha küçük parçalara ayıramadıkları, her yöne eşit uzaklıktaki o sihirli kelime dudaklarından döküldü: "peki"...

Hava herhangi bir ekim sabahından daha riskliydi, açık ama rüzgarlıydı. Sabahki nahoş ruh halinden sonra mont taşıyıcılığı bende gözüküyordu. Çözüme ulaşmak adına olası karnı acıkan kız tribini ortadan kaldırmalıydım ve hızlı bir manevrayla kızı Simit Sarayı'na soktum. Simit-çay ikilisi yerine, olayı bir susamlı karnavalına çevirmekti niyetim. Nitekim simitler, peynirli poğaçalar, zeytinli açmalar havada uçuştu. Daha iyi görünüyordu, bu beni mutlu etmişti...

Akbil kuyruğu çok uzundu, bir "ohoo", hatta bir "teyyy"di. Sessizdik, kuyruk kısaldıkça düşüncelerimiz fazlalaşıyor ve ana parçadan kopanların böğrümüze saplandığı bir parçacık deneyine dönüşüyordu. Nihayet otobüse bindiğimizde, bol teyzeli hatta rastladığımızı anladık. İçerisi muhtelif renklerde uzun mantolu teyze kaynıyordu. Aniden beynimin leş sinapsları "teyze-elmalı pasta" bağlantısını kurdu ve otobüsten inene kadar 10 civarı teyze içeren gün kokusu devam etti. Suskundu ve köpek dişinin arasında susam kalmıştı. Bir şey demedim, susamı izledim...

Bir önceki durakta inip yürümeyi teklif etti. Hava biraz soğumaya başlamıştı, montlarımızı tekrar giydik. Biraz devam ettikten sonra, gözüme Canısı Tekel tabelası takıldı. Duraksadım ve günün anlam ve önemine yapabileceği katkıyı düşündüm. İçeride Dilber Ay çalıyordu ve tavana konmuş 37ekran tekel tvsine boynu tutulmuşçasına bakan bir dayı vardı. "Bbym bkle bn hmn glyrm" cümlesini (cidden yazıldığı gibi) akışkan bir halde söyledim ve içeri daldım. Ortamı ısıtmak için s.a dedim, a.s aldım. Kuruyemişe göz gezdirdim, dayı bezene kadar deneyerek, sonrasında ona güvenerek hepsinden az az aldım. Çıktığımda elimdeki poşete bakıp, ne aldığımı sordu. "Kuruyemiş" dedim. "Niye?" dedi. "Atarız" dedim. Gülmedi...

Turnikeden geçerken bile çok ciddiydi. Bir labirentin başlangıcında durduk. Sağdan, soldan ve ortadan ilerleyen birçok küçük yol ve aralarında büyük kafeslerde kuşlar, maymunlar, geyikler gibi binbir çeşit hayvan vardı. Rastgele bir yolu seçtik ve ilerlemeye başladık. Ne yapsak, nereye gitsek mutlu olamayacağını hissettim ve patlayarak sordum: "Neyin var?" Durdu ve yüzüme baktı. Gözleri dolmuştu, sinirle hırs arası bir ses tonuyla "Bok var!" dedi ve dediği gibi elimdeki kuruyemiş poşetini kaptı. Elinde poşetle yaldır yaldır koşuyordu. İlk şoku atlattıktan sonra ben de peşinden koşmaya başladım. Bu yaşadıklarımız acaba bir hipster marjinalliği miydi, yoksa aşırı kezban bir ilişki mi yaşıyorduk, bir yandan da bunları düşünüyordum. Hiç yavaşlayacağı yoktu, sanki bütün gün devam eden sakinliği onu enerji tasarruf moduna sokmuş, şuan şovunu yapıyordu. Kafeslerin arasından koşarken, hayvanlar bizim koşturmamızla heyecanlanıp bağırmaya başladılar. Göz göze geldiğim bir rakun bana dil çıkarıyordu, kuşlar bir havalanıp bir konuyordu. Derken, kız elindeki poşetin kese kağıdını yırttı ve rastgele kafeslere doğru savurmaya başladı. Savurdukça savuruyor, coştukça coşuyordu. İlk bağırışlarındaki acı, keder yerini coşkulu, keyifli bir tınıya bırakmıştı. Havada uçuşan kaju, fıstık, beyaz leblebi, fındık hayvanlar tarafından kapışılıyor ve kendinden geçmiş bir güruh olarak hayvanat bahçesinde rave party varmış hissiyatı yaratıyordu. Sonunda poşetin dibini görmüştü ve bir yere çöküp kaldı. Arkasından yetiştim ve ona doğru eğildim. Yorulmuştu ama yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı. "İyi misin?" dedim. Bana sevgi dolu baktı ve "bbyim kuruyemişle beni iyileştirdin, cnm yhaa" dedi. Zebraların meraklı bakışları altında uzun uzun öpüştük...

Hayat güzeldi ve daha güzel olacaktı. Akşamüstüne doğru hava iyileşmiş, rüzgar kesilmişti. Elele, batan güneş eşliğinde yürüyorduk, boş elimle çaktırmadan cebe uzanıp maymunlardan artan fıstığı yiyordum. Nedenlerini sormadım, sonuçlarını irdelemedim, en muhteşem gündü. Uzaklardaki bir cafeden gelen müzik bizim içindi ve hep öyle "bizim" kalacaktı:

"...Oh, it's such a perfect day,
I'm glad i spent it with you
Oh, such a perfect day
You just keep me hanging on
You just keep me hanging on..."
(bknz ve hssedinz: http://www.youtube.com/watch?v=QYEC4TZsy-Y )

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nerede eski bonibonlar?

Montaigne "Denemeler" den alintilar

Minimalizm üzerine düşünceler