"Baba, söyle de biraz mp3 atsınlar"

2000 yılının yazına doğru, insanlık yeniden belini doğrultmaya çabalar gibiydi. Milenyumla beraber kıyametin kopmasını bekleyenler yaşamaya devam etmiş, sağa sola dağıttıkları umutlarını geri topluyorlardı. Dünya henüz terörle sınanmamış, cep telefonları internete girememiş, Şenol Güneş yönetimindeki milli takım henüz milleti manyak etmemişti.

Böyle bir ortamda, ingilizceyi yeni öğrenip karamelize etmeye başlayan ve herşeyden sıkılma eğilimi taşıyan yaşta biri için bilgisayar ve onun bize kattıkları önem verilmesi gereken birşeydi. Eski ve yavaş bir bilgisayarın yapamadıkları, Ali Kırca'nın Siyaset Meydanı'nda yapamadıklarıyla eşdeğerdi. Açılmayan, yavaş çalışan her oyun, kalpte bir burukluk bırakırdı. Önümüzdeki yıllarda kızların farkedilip, teknolojiden başka şekillerde faydanılacağı gerçeği o yıllar es geçilen ve sonraları başka bir yazıya konu olabilecek bir durumdu.

Okullar tatil olalı yaklaşık bir ay olmuştu ve cumartesi sabahı corn flakes ve oyun vaktiydi. Bu yarı-hipnoz durumunda sağ omza dokunan baba eli ve arkasından söylenenler yeni bir başlangıçlar silsilesini tetiklemekteydi: "Oğlum gel, bilgisayar bakmaya gidelim".

Çarşı huzurluydu, şehrin bir kısmı sahil şeridinde güneşlenmeye gittiği için sakinlik ve dinginlik vardı. Pizza pizza'nın combo menüsünü gömüp, babamla havadan sudan konuştuktan sonra (kız olmayınca muabbet dönmüyor), bilgisayarcıya doğru yürümeye başladık. İçeri girdik, ticarete aşırı meraklı dükkan sahibiyle nasıl bir bilgisayar istediğimizi konuştuk. Kah ses kartını ucuz seçtik, kah ekran kartını kallavileştirdik ve babamın cebine uygun kombinasyonu bulduk. "2-3 saat sonra gelin, hazır olur" diyerek, yüreklere su serpti. O yaşın verdiği utangaçlıkla babama, önemsiz duran ama hayatımı değiştirecek cümleyi kurdum: "Baba söyle de, biraz mp3 atsınlar".

Bilgisayarların sırt çantasında değil de, arabanın arka koltuğunda taşınabildiği yıllardı. Yukarı çıkartıp, kurmamız ve babamın beni kutsayıp gitmesi yaklaşık 15 dakika sürdü. Sonunda başbaşa kalabilmiştik. İkimiz de heyecandan titriyorduk. Oda soğuk ve rutubetliydi. İlk adımı kim atacak diye birbirimize kaçamak bakışlar fırlatıyorduk. Sonunda dayanamadım ve ona doğru yaklaştım. (Şaka lan şaka, düğmeye bastım açıldı)

Makyajsız ve pijamalı bir şekilde sabah bana kapıyı açan potansiyelli bir kız gibiydi. Zen buddha kafasıyla Nepal'e gidip, pırıl pırıl dönen Avrupalı turistler gibiydi. İçinde dolanırken özgürce bana kendini sundu ama ekranın sağ alt köşesinde Uludağ Üniversitesi Bilgisayar Müh. mezunu birinin izini taşıyan bir klasör bulunuyordu: "empeüç".

Bu klasöre çift tıklama, benim bundan sonraki müzik bağımlılığımın, müzik tercihlerimin ve ruh haline göre müzikal esnekliğimin temel taşını oluşturabilecek 4 mp3 şarkının kapısını aralıyordu:

"Teoman - 17"


"Barış Manço - Aynalı Kemer"

"Metallica - Fade to Black"

"The Cranberries - Ode to My Family"


"Hayatın gizemi ve güzelliği belki de, size bağlı veya sizden bağımsız en ufak bir adımla hayatınızın büyük bir ölçüde değişebilir olmasıdır."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Nerede eski bonibonlar?

Montaigne "Denemeler" den alintilar

Minimalizm üzerine düşünceler